Adam her Cumartesi sabahı yaptığı gibi Ortaköy sahiline inmiş, güneşin ve temiz havanın tadını çıkarıyordu.  Gözünü kapatıp yüzünü güneşe çevirdi.  Denizden yüzüne vuran serinlik ve iyot kokusu içini huzurla doldurdu.  Sonra tempolu adımlarla Emirgân’a doğru yürümeye başladı.

Sahil boyunca balık tutan, koşan, spor yapan, köpeğini gezdiren, çocuğuyla vakit geçiren yüzlerce insan gördü.  Kimine gülümsedi, kimine soğuk bakışlar attı.  Kimini kendine yakın kimini de Fizan kadar uzak buldu.

Emirgân’a vardığında artık epey yorulmuştu.  Soluklanıp sıcak bir sahlep içerek enerjisini toplamayı düşünüyordu.  Karşıdan karşıya geçmek için arabaların fırsat vermesini bekliyordu ki sağında bir genç dikkatini çekti.  Etrafındaki kalabalığa aldırış etmeden, içini çeke çeke ağlıyordu.  Önce o da çevredeki onlarca insanın yaptığı gibi kayıtsız kalıp devam etmeyi aklından geçirdi ancak sonra nedensizce kararını değiştirdi ve soluğu gencin yanında aldı.  Gencin oturduğu banka yerleşti ve denizi izlemeye koyuldu.

Genç henüz 15-16 yaşlarındaydı.  Yanına birinin oturduğunu görünce utanmıştı ve kendini toparladı.  Eliyle gözyaşlarını sildi, ara ara gelen iç çekmeler eşliğinde o da mavi sulara daldı gitti.  Adam zamanıdır diye düşünerek söze girdi.

“Biliyor musun?  Ben de ağlamak için hep burayı seçerdim.”
“Gerçekten mi?”
“Evet.  Manzara o kadar güzel ki burada, manzaraya odaklanan insanlar etrafında olan bitene odaklanamazlar.  Bu da sadece ağlamak, kimsenin sorularına muhatap olmadan ağlamak isteyen biri için ideal ortamdır.”
“Siz bu manzaraya doymuş olmalısınız.”
“Hazır cevap insanları hep sevmişimdir.  Hayır benimki manzaraya doymaktan ziyade, bu bankta oturan kendimi görmekle alakalı.  Dedim ya ben de ara ara aynı şeyi yapardım.”
“Ben ilk kez yaptım ama…  Ben pek ağlamam.”
“Neden?  Ağlamak utanç duyulacak bir şey değil ki.  Aksine ruhun nefes almasın a fırsat sunan bir eylem.”
“Belki de öyledir.  Ağlamadan önceki halimle şimdi arasında fark var çünkü.”
“Sebebini paylaşmak ister misin peki?”
“Birini kaybetmek.”
“Peki o biri…  Hayatta mı değil mi?”
“Hayatta ama artık benim hayatımda değil.”
“Anladım.  Kaybetmek insanda üzüntüden çok öfke yaratır biliyor musun?  Bu kaybetmek hangi manada olursa olsun.  Oysa biz kaybettiğimiz “şeye” verdiğimiz değerden dolayı üzüldüğümüzü, yıkıldığımızı düşünürüz.  Değil aslında…  Kaybetmek müthiş bir öfke tufanıdır.  Bizi terk eden sevgiliye öfke duyarız.  Birlikte yaşanabilecek tüm mutlulukları bizden esirgediği için.  Bizi rakiplerimize karşı küçük düşüren futbolculara öfkeleniriz, onlara karşı böbürlenme şansını elimizden aldıkları için.  Hayatını kaybetmiş yakınımıza dahi öfkeleniriz.  Yakılan ağıtları cankulağıyla dinleyince daha iyi anlarız bunu.  “Ben sensiz ne yaparım şimdi?  Bizi boynu bükük bıraktın!  Ben kime sarılır sevincimi üzüntüm paylaşırım?  Beni iki çocukla nereye bırakıp gidiyorsun? vb vb…  Ağıtlarda acıdan çok sitem vardır.  Hayatını kaybeden insandan bahsederken “öldün” olarak değil “gittin” olarak bahsedilir.  Bu bir tercihmiş gibi.  Bu tercihin getirdiği yıkımdan da o sorumlu tutulur. İnsanoğlunun bencilliğinin sınırı yoktur çünkü.  “Önce ben” der “Hep ben” der.
“Benim yaşadığım da o zaman acı değil öfke yani…”
“Aynen öyle…  Kaybettiğin her kimse ona karşı öfkelisin.  Birlikte yaşadığınız güzelliklerin kıymetini bilmediği için, beraber yaşayacağınız daha nice güzelliklerden seni mahrum bıraktığı için öfkelisin.  Ama dinecek…  Dinmeli…  Hiçbir acı sonsuza dek sürmediği gibi hiçbir öfke de sonsuza dek sürmez.”
“Öfke nefrete dönüşmez mi peki?  Düşmanlık ve intikam duygularını tetiklemez mi?”
“Hani “Aşk ve nefret birbirine yakın duygulardır” tespiti var ya…  İşte o, bu sorunun cevabı.  Evet kaybetmek bizde öfkeye neden olur, bu öfke zamanla nefrete de dönüşebilir.  Önemli olan o öfkeyi kontrol altında tutabilmektir.  Kaybettiğimiz şeye karşı öncesinde beslediğimiz duygular ve bundan da önemli olarak “erdemli bir insan olmak” bizi öfkemizi de üzüntümüzü de kendi içimizde yaşamaya yönlendirir.  Yönlendirmelidir.  Öfke hiçbir şeyi, hiçkimseyi geri getirecek güce sahip değildir zaten.   Yüzleşmek ve kabullenmek.  Şimdi yapman gereken bu ikisi…”

Genç adam, derin bir iç çekti ve oturduğu yerden kalktı.  Ellerini cebine koyup bir müddet denizi seyre daldı.  Sonra dönüp adama:
“Yüzleşmemi siz sağladınız, kabullenmeyi de kendim zamanla başaracağım.” dedi.
Adam şefkatli gözlerle gence baktı ve ayağa kalktı.  Yaklaştı ve sevgiyle gencin sırtını sıvazladı.
“Daha önünde ne kazançlar ne kayıplar var.  Bu döngünün ne kadar erken farkına varırsan o kadar iyi.  Bu farkındalık kayıpları daha az zararla atlatmanın anahtarıdır.  Bana müsaade genç adam.  Güzellikler seninle olsun.” dedi el sıkışıp ayrıldılar.

Çocuk ellerini ceplerine koydu ve ağır adımlarla kabullenme yolculuğunun ilk metrelerini kat etmeye başladı.  Adamsa yolun karşısına geçip boş bir masaya oturdu ve bir sahlep söyledi.  Kısa süre sonra siparişi geldi.  tarçın kokusunu içine çekip sıcak sahlepten bir yudum çekti.  Az önce ağlayan çocukla oturdukları banka dalıp gitti.  Bugüne değin yaşadığı onca kayıp aklına geldi ve gözünden iki damla yaş süzüldü.

“Hayat, kayıp nehirlerinin delice akarak doldurduğu bir deniz sanki.” diye aklından geçirdi.