İntihar, yani insanın kendi hayatına bilerek ve isteyerek son vermesi hadisesi bende en fazla merak uyandıran konuların başında gelir.  Albert Camus intiharı “Kişinin, hayatın kendisini aştığını veya yaşamı anlamadığını itiraf etmesidir.” olarak izah etmiş.  Bunun yanında toplumun genel kanısı intiharın bir akıl hastalığının nihai neticesi olduğu yönündedir.  Psikopatalojik sebepler elbette gözardı edilemez ama intiharı yalnızca buna bağlamak gerçeklere gözlerini yummak olur.

Bir insanın hayatından vazgeçmesinin ne denli korkunç bir hadise olduğu ortadadır.  Ortada Tanrının bahşettiği bir can ve o canı yetiştirmek için yıllar yılı verilen bir emek vardır.  Tüm bunları hiçe sayarak bir anda hayattan çekilme kararını alabilmek başlı başına üzerinde kafa yorulması gereken bir konudur.  Bunu korkaklık olarak görme eğilimi de vardır.  Çoğu insana göre intihar eden kişi, yaşamdan ve onun getirdiği zorluklardan yılmış, artık bu güçlüklerle baş emek yerine “kolay” olanı, “korkaklığı” seçmiş ve intihar etmiştir.  Oysa intihar başlı başına bir cesaret gösterisidir.  Bir meydan okumadır.  Bunu intiharı yüceltmek için değil, bir gerçek olduğu için söylüyorum.  Neticede kendinden güçlü insanlara karşı meydan okumak, onlarla kavgaya tutuşmak da bir cesaret göstergesidir ama övülecek, takdir edilecek bir hadise değildir.

Yukarıda alıntıladığım Camus’un sözünün aksine belki de intihar arzusu yaşamı tam anlamıyla anlamış olmakla alakalıdır.  Yaşamın, hiçbir şekilde düzeltilemeyecek yanlışlarına karşı duyulan bir öfke ve bu öfkenin getirdiği umutsuzlukla alakalıdır.  Ne diyordu Vaiz? “Çünkü çok bilgelik çok keder doğurur, bilgi arttıkça acı da artar.” (Vaiz 1:18)

Bunun yanında kimi insanlarda çok küçük yaşlarda başlayan ve devamlılık arz eden bir ölüm arzusu vardır.  Bu arzunun dışavurumu “depresiflik” olarak yorumlansa da benim bu konuda da itirazım var.  Çünkü ölümü arzulayan bu insanların içlerinde gerçek manada yaşama sevinci olduğunu görebilirsiniz.  Onlara saf sevgiyle yaklaşmak, bastırdıkları o mutlu benliklerini ortaya çıkarmalarını sağlar.   Ne var ki insanlar doğaları gereği kötüdürler ve bu “saf sevgi” ihtiyacını asla gidermeyeceklerdir.  “Depresif” olarak görülen insanlar ise ölümü sonsuz bir güdüyle arzulamaya devam edeceklerdir.  Aşılması güç travmalar yaşayanlar ya da bu dürtüleriyle artık baş edemeyenler ise intiharı ciddi anlamda gündemlerine alacaklardır.

Travmalara bağlı intiharları incelediğimizde; kadınlarda gebelik ve boşanma sonrası intiharların yaygın olduğunu görmekteyiz.  Erkeklerde ise iş hayatındaki başarısızlık (iflas özellikle) ve karşılıksız aşk öne çıkmaktadır.  Her iki cinsiyette de bu travmalarda baskın olan duygunun umutsuzluk ve kaygı olduğu aşikârdır.

Henüz 42 yaşında bir otel odasında hayatına son veren Cesare Pavese adındaki İtalyan şairin umutsuz aşk ile alakalı tespiti de dikkate değerdir.  Pavese “İnsan, kendini bir kadına duyduğu aşktan dolayı öldürmez.  İnsan, kendini, bir aşk, bir kadın, ona kendi çıplaklığını, sefaletini, aczini ve hiçliğini ifşa ettiği için öldürür.” diyor.  Ki intihar mektubunda da karşılıksız aşk yaşadığı Dowling’e “Kendini asla suçlu hissetme, sen sadece bahane olabilirsin.  Asıl suç bende, benim o içten içe gülümseyen huzursuzluğumda.” diyerek intihara giden yolda karşılıksız aşkın son damla olduğunu vurguluyor.

Bende iz bırakan bir diğer dram da Stefan Zweig’in intiharıdır.  Zweig, ikinci dünya savaşının getirdiği mecburiyetler neticesinde doğup büyüdüğü ülkeyi terk etmek zorunda kalmış, sonrasında hayatını Amerika kıtasında sürdürmüştür.  Edebiyatçılarda sıklıkla rastlanan melankolik ruh hali, bu zorunlu kopuş neticesinde Zweig’in ruhunu tamamen ele geçirmiştir.  Parlak bir yazarlık kariyerinin savaş neticesinde yıkılması, ülkesinden ayrılmak zorunda kalması ve nihayetinde gelecek konusundaki belirsizlik Zweig’i intihara sürüklemiştir.  Karısıyla birlikte, yine bir otel odasında, 60 yaşındayken hayatına son vermiştir.

Her iki yazarın intiharı da “akıl hastalığı”ndan ziyade varoluşsal sancıların, hayatın manasına varma gayretinin etkili olduğu örnekler olarak önümüzde durmaktadır.  Ki edebiyat çevresinde bu iki örnek de tek değildir.  Jack London, Ernest Hemingway, Sylvia Path, Wirginia Woolf gibi büyük isimler de intihara yönelen isimlerdendir.

Ağır bunalımlar, baş edilmesi güç travmalar, yıkımlar, belirsizlikler, bunların getirdiği mutsuzluk ve umutsuzluk…  Hepsi ayrı ayrı intihara gerekçe olabilirler.  İntihar içinde derin bir umutsuzluk barındırmakla beraber bir umuttur da aynı zamanda…  Bu dünyada bulunamayanı başka bir alemde bulma umudu.  Bu hayatta yakalanamayan mutluluğa başka bir hayatta rast gelebilme umudu.

İntiharı yüzeysel olarak yorumlamak, tümünü aynı çatı altında değerlendirmek bizi gerçeklikten uzaklaştırır.  Gerçeklikten uzaklaşmak, zorunu tespit etmeyi imkansız kılar.  Sorun bilinmiyorsa çözüm üretmek de mümkün değildir.

Bir intihar mektubundaki şiirle yazıya son verelim:

Dinleyecek hiçbir şey kalmadığında,
Söyleyecek hiçbir söz,
Görülecek hiçbir yer…

Kayıtsızlık seni hayattan koparıp da
Hiçliğin bataklığına fırlattığında
Gözyaşların pıhtılaşır gibi olduğunda

Umutsuzlukla
Çığlık çığlığa haykırırsın
Mamafih duymazlar seni

Sımsıkı yapışırsın ölüme
Bir parça sevgi edinmek için sonrasında…