İstisnasız her hafta cuma akşamı aynı bara gelirdi adam. Ve sanki kendisi için ayrılmış gibi hep aynı taburede otururdu. Barmen de bar müdavimleri de tanırdı onu. Taburesinde yerini alır almaz her zamanki içkisi önüne gelirdi.

Her hafta aynı şeyi yapıyor olması dışarıdan bakıldığında sıkıcı görünebilirdi ancak adam için öyle değildi. Ceketini asıp, kravatını gevşettikten sonra o tabureye oturduğu an şehirden uzakta, bir dağ köyünde doğa ile baş başa kalmış gibi hissederdi kendisini. O köylerde karşılaşılan bilge yaşlılar vardır hani, görmüş geçirmiş. Hayat tecrübelerini anlatırken cümlelerinin arasına onlarca derslik söz sığdıran… Onlar gibi bir ihtiyar delikanlı da hep aynı yerde, onun oturduğu taburenin yanındaki taburede otururdu. Anlattıklarıyla adama aslında ne kadar genç olduğunu hatırlatırdı.

Bir gece yine bu buluşmaların birinde yaşlı adam zor bir soru sordu.

“Aşk nedir, tarif edebilir misin?”
“Aşk tutkuyla sevmektir bence.”
“Yalnızca bu kadar mı?”
“En kısa cevap bu bence. Aşk dönemliktir, aslolan sevgidir, saygıdır.”
“Ben sana uzun süreli ilişkinin, evliliğin sırrını sormuyorum, aşkı soruyorum.”
“O zaman şöyle cevap vereyim: Aklı tamamen devre dışı bırakan, duyguların tam anlamıyla dümene geçtiği bir evre.”
“Peki sence aşka giden yol nereden geçiyor. Zekâ mı? Güç mü? Güzellik mi?”
“Bence zekâ. Aptal birine aşkı yakıştıramam.”
“Paris’i bilir misin? Truvalı Paris.”
“Evet, savaşa sebep olup halkını ve ülkesini mahveden herif.”
“Paris’in Helen’i alıp Truva’ya getirmesi, sonra savaş kısmı vesaire bilindik ancak hikâyenin en başı es geçiliyor. Paris’in aşkı bulma süreci. Üç tanrıça gelip kendileri arasından birisini seçmesini istiyorlar Paris’ten. Seçilen kendi gücü nispetinde onu ihya edecek. Hera-Güç/Kudret, Athena-Akıl/Strateji, Afrodit-Güzellik/Aşk.”
“Paris Afrodit’i mi seçiyor?”
“Öyle yapıyor. Mitleri kimileri büyüklere masallar olarak görür, bu kısmen doğrudur. Nasıl ki masallar içinde çocuklara mesajlar barındırırsa, mitler de büyükler için mesajlar barındırır. Aşk tanrıçasının Hera ya da Athena olmaması bu mitin mesajlarından biridir. Aşk güzellikle alâkalıdır. Zekâ olsa Athena, güç/kudret olsa Hera olurdu aşk tanrıçası.”
“Peki güzel ya da yakışıklı olmadıkları hâlde aşık olunanları nasıl açıklayacağız?”
“Güzellik göreceli bir kavramdır. Orta çağda yaşasa el üstünde tutulacak şişman bir hanımefendi bugün obez olarak adlandırılıp çirkin kategorisine sokulabiliyor. Yere, zamana ve kişiye göre değişir güzellik anlayışı.”
“Ben yine de zekâyı fazla göz ardı etmemek lâzım diye düşünüyorum.”
“Zekâsını nasıl gösterir insan? Sözleri ve eylemleriyle. Bunlar da güzelliğe dairdir. Güzel konuşan, güzel üreten, güzel yaşayan insanları da Athena’dan ziyade Afrodit’e yazabiliriz.”
“Buradan cinsellik eşittir aşkı çıkarabilir miyiz?”
“Eşittir demesek dahi, aşkın büyük bölümü cinselliktir. Gülen bir yüzü görmek diğer insanların yüzünün gülmesine sebep olur. Oysa aşık olduğun kadını gülerken görmek afrodizyak etkisi yapar. Bak tabirde bile aşk ile cinsellik bütünleşmiş.”
“İkna oluyorum galiba.”
“Bu devirde gerçek aşklar yaşanıyor mu diye sorarsan… Bana pek yaşanıyor gibi gelmiyor. Tüketim toplumu denirdi bundan on sene evvel, şimdi artık toplum tüketim aşamasını geçti, öğütme aşamasına geldi. Bir değirmen gibi, kendisine gelen her şeyi öğütüyor. Zamanı, insanları, aşkları… İletişim ve ulaşım hızlandıkça güzelliklerin ömrü kısalıyor. O yüzden akıllı telefon dediğiniz o aletleri kullanmıyorum ben.”
“Peki aşık oldunuz mu siz? Bu kadar net ifade ettiğinize göre olmuşsunuzdur diye düşünüyorum.”
“İnsan birçok kez aşık olduğunu sanır. Ancak onların anlık hevesler, dönemsel tutkular olduğunu gerçek aşkı bulduğunda anlar. Bazen de kendisini aşık olduğuna inandırmaya çalışır. Bir söz okumuştum, kimdendi hatırlamıyorum. ‘Bittikten sonra, üzerinden yıllar dahi geçse, her gün en az aklına bir kez olsun düşen biri varsa, onu gerçekten sevmişsindir.’ diyordu. Sorunu bu minvalde cevaplamam gerekirse; evet. Hâlâ, bu yaşımda dahi her gün en az bir kez aklıma düşen biri var…”

Son kadehlerini yaşlı adamın aklına düşen kadına kaldırdılar. Bir sonraki cuma akşamı görüşmek dileğiyle vedalaştılar.

* * * * * *

Bir hafta sonra aklında yaşlı adama soracağı sorularla barın kapısından girdi genç adam. Her gün en az bir kez aklına düşen kadın hakkında daha çok şey öğrenmek istiyordu. Bu bilge adamı bu kadar etkilemeyi başaran kadın nasıl biriydi acaba, merak ediyordu. Bara yöneldi, her zaman oturduğu taburenin yanındaki tabure boştu. Yaşlı adamın lavaboya kadar gittiğini düşündü. Barmen önüne içkisini koydu ve sonra sanki önemsiz, sıradan, herhangi bir haber veriyormuş gibi: “Senin ihtiyar mefta olmuş…” dedi.

Genç adamın yüzündeki ifade donup kaldı. Bir barmene, bir önündeki kadehe, bir yanında duran boş tabureye baktı. Gözünden iki damla yaş süzüldü. Kravatını biraz daha gevşetti. Derin bir soluk aldı, sonra kadehini boş tabureye doğru kaldırdı: “Şerefe ihtiyar, bu zamana dek onun aklında yer eden kadın, senin de şerefine…” dedi. Sonra elindeki içkiyi bir dikişte bitirdi.

Ceketini sırtına atıp çıktı. Boş tabureleri arkasında bırakıp, boş sokakları adımladı. Yaşlı adamı, Paris’i, Afrodit’i düşünerek karanlık sokaklarda amaçsızca yürüdü…