Devlet: Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal örgütlü bir ulusun ya da uluslar topluluğunun oluşturduğu tüzel varlıktır.

Aristo’ya göre: Yalnız düzeni kurmak ve korumakla yükümlü değildir. Devlet insanlarını iyi yaşatmakla mükelleftir.

Eflatun’a göre: Devlet “ortak iyi” üzerine kurulmuş bir organizmadır.

Marx’a göre: Bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı ve tahakkümünü sağlayan teşkilattır.

Cicero’ya göre: “Halktan başk abir şey değildir.”

Rousseau’ya göre: “Toplum sözleşmesidir. Bu sözleşmeden sonra herke sbir tüzel kişilik altında bütünleşir. İnsan toplum sözleşmesiyle sınırsız doğal özgürlüğünü yitirmekte, ancak onun yerine medeni özgürlüğünü kazanmaktadır.”
Hegel’e göre: “İnsanların yalnız ortak iyiliği değil aynı zamanda ortak ülküsünün simgesidir.”

Gökalp’e göre: “Devletler mutlak şekilde bir ülküye dayanmalıdır. Üküsüz insanlardan oluşan devlet yıkılmaya mahkumdur.”

*   *   *   *

Devlet yasa koyucu bir siyasi varlıktır. Yasalara uyulması konusunda zorlayıcı yetki de yine devlete aittir. Bu siyaset literatürüne şiddet tekeli olarak geçmiştir. Weber devletin bu yetkisini şöyle açıklıyor:

“Modern devlet, bütün siyasal birlikler gibi, sosyolojik olarak ancak kendine özgü somut araçları açısından tanımlanabilir: o da fiziksel güç ve şiddet kullanımıdır. Buna göre devlet: Belli sınırlar içinde fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde bulunduran insan topluluğudur.”

Devlet Yunan filozofların tarif ettiği gibi “ortak iyi”yi kendisinde toplayan ve bununla beraber “şiddet tekeli”ni de elinde tutan siyasi teşekküldür. Bu tekelden vazgeçmek, bu gücü paylaşmak, devletin var oluş sebeplerini sorgulatır.

Geçen hafta kabul edilen 696 sayılı KHK kamuoyunda ciddi tartışmaları beraberinde getirdi. Tartışmaların ana damarını yukarıda aktardığım “şiddet tekeli” ilkesinden vazgeçildiği yönündeki yorumlar oluşturdu. KHK’yı savunan Erdoğan ve Hükümet bu maddenin 15-16 Temmuz ile sınırlı olduğunu vurguluyor, karşı çıkanları da FETÖ’ye ve darbeye sahip çıkmakla itham ediyor. Bu artık sıradanlaştı. Her an vatan hainliği, fetöcülük, dış mihrakların piyonu ilan edilebiliyorsunuz. Bunun için bazen sadece “Hayır” cevabınız bile yeterli oluyor.

Bu aymazlığı bir kenara bırakıp tekrar söz konusu KHK’ya dönelim.

“Olağanüstü Hal süresince” ibaresi muğlaklığın asıl kaynağıdır. OHAL devam etmektedir ve “süresince” ibaresi bu KHK’nın bugünü de kapsadığını göstermektedir. Şimdi şu sorulabilir: “Bir Türkçü olarak terör eylemlerinin bastırılmasından hukuki sorumsuzluk seni neden rahatsız ediyor?” Çünkü mevcut iktidar dün dost dediğine bugün terörist ilan ettiği gibi bugün zeytin dalı uzattığı çevreleri de yarın terörist ilan edebilir. “Hayır” dediği için “vatan haini” ilan edilmiş biri olarak yarın bana terörist damgası vurulmayacağını nereden bileceğim?

Olayı salt kendi açımızdan da ele almaya lüzum yok. Herhangi bir muhalif gösteriye, iktidar yanlısı sivillerin “teröristlere müdahele” fikriyle şiddet kullandığını düşünelim. Bu işin sonu nereye varır? Bu müdaheleyi yapanların “nasılsa hukuki sorumsuzluk var” rahatlığıyla hareket ettiğini farzedersek içbarışın ne büyük bir tehlikeyle karşı karşıya bırakılmış olduğunu da görebiliriz.

Devletin, yalnız kendisinin tekelinde bulunan haklarını sivillere devretmesi demek dzensizlik, kargaşa ve anarşinin fitilini ateşlemesi manasına gelir. Bunu küçücük bir ihtimalin dahi kapsamına sokmak ise devlete de millete de ihanettir. Toplumsal hoşnutsuzluğun, şiddetin ve birbirine tahammülün her geçen gün arttığı bir ülkede bu ihtimale kapı aralamak sorumsuzluğun dik alasıdır.

Kuvvetler ayrılığı ilkesinden verilen ödünü, şiddet tekeli ilkesinden de vererek modern devlet anlayışını içten içe çökerten bu zihniyetin bir sonraki hedefi yıllardır altını oydukları laikliğe doğrudan saldır olacaktır muhtemelen. Kendi eliyle palazlandırdığı “Öcü”ler sayesinde, kendsiyle yan yana dahi gelmeyecek yapıları arkasında konsolide etmeyi başaran iktidara karşı artık uyanma vaktidir.

Zararın neresinden dönülse kardır…