Sıfır sorun politikasını anımsarsınız, çok olmadı, taş çatlasın 10 yıllık söylem. Neydi bu söylemin içeriği? “Ulusal reflekslerle hareket eden, komşularını kendisine tehdit olarak gören Türk dış politikası baştan ayağa değişmeli, yeni, uzlaşmacı bir çizgiye çekilmelidir.”

Ermenistan ile yakınlaşma, Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB üyeliğine göz yumulması, Annan Planı’na evet denmesi yönünde Kıbrıs halkının yönlendirilmesi, Yunanistan’ın Ege Denizi’ndeki ada ve kayalıkların işgaline göz yumulması, Suriye ile ortak bakanlar kurulu toplanması ve benzeri adımlar hep bu sıfır sorun politikasının ürünleriydi. Peki “Ulusal refleksle” hareket etmekten kaçınmak sorunları halletti mi? Detaya girmeye hiç gerek yok, sıfır sorun seviyesine çekeceğimiz ülkelerin tamamıyla savaşın eşiğine geldik.

Bunları daha önce de defaatle dile getirdik ama bugün tekrar hatırlatma sebebim “Hoca”nın hala kanaat önderi gibi toplantılarda arz-ı endam ediyor olması. Dün katıldığı bir panelde “Amerika’nın kumpasına karşı dik durmak, bunun yanında da yanlışlar varsa hukuk içinde gereğini yapmak durumundayız.” dedi. Amerika’daki kumpasın bir ayağının da FETÖ olduğu vurgusunu da ihmal etmedi.

Hoca’ya sormak gerekir: “Sen bu yolsuzluklar TBMM’de aklanırken ne görevdeydin?” Kendisini aklamaya çalışanlar “Hoca o dönem yargıya gitmeleri yönünde bakanları telkin etti.” Bahanesine sarılıyorlar. Başbakanın bir yolsuzluk karşısında sergileyeceği tavır “Telkin” midir? Şimdi gür sesle dile getirdiği “Haksız şekilde servet edinenler” için yapabileceği başka bir şey yok muydu?

Davutoğlu’nu anımsatmak istememdeki bir diğer neden de Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Meclis’te yaptığı konuşma. Bakan Çavuşoğlu “Her yere sızmayı başaran FETÖ maalesef bakanlığımızda da kadrolaşmış. Bakanlık kadrolarının %25’i görevlerinden uzaklaştırıldı.” Dedi.

Kokrunç bir rakam!

Önce Dış İşleri Bakanı, ardından Başbakan olarak Türkiye’nin dış politikasında bu denli söz sahibi olan Davutoğlu’nun bu kadrolaşmada mesuliyeti yok mudur? Bugün kalkıp “Bu kumpasta FETÖ’nün de dahli vardır!” diye bağırmakla olmuyor bu işler. Onların TSK’dan Hariciye’ye, Bürokrasi’den Emniyet’e, her yerde kadrolaşmasına fırsat veren, oraları ele geçirirken “Anadolu çocuklarının devlet yönetiminde söz sahibi olmasından neden rahatsız oluyorlar?” diyenlerin bugün şikayet etmeye hakları yoktur. Aksine hesap vermeleri gerekmektedir ve er ya da geç vereceklerdir…

Gel gelelim Zarrab davasının diğer ayağına, ABD’nin asıl hedefi olan İran’a. Obama’yı pasif bulan kanadın yavaş yavaş güç kazandığı ABD’nin İran’a yönelik sert bir siyasete gireceği, bu siyasete dayanak olarak kullanacağı argümanları da bu davadan elde edeceği iddiaları konuşuluyor. Bölgede gücü artan İran’ın önünü kesmek için en küçük fırsatı bile kaçırmak istemeyen ABD’nin bu davadaki asıl hedefinin İran’ın terör örgütleriyle olan bağlantısını ortaya sermek olduğu da biliniyor.

Bu noktada, esen her rüzgarla savrulan Türk Dış Politaksı nasıl bir tutum sergileyeceği önemli. Rus ve İran diplomasisi; rejimler, iderler, sınırlar değişse de yüzyıllardır aynı politikaları sürdürmeye devam ediyor. Buna karşın Türk diplomasisi ise özellikle yarım asırdır anlık reflekslerle hareket ediyor. Her adımını satranç hamlesi kıvamında atan bunca büyük gücün arasında Türk dış siyaseti nasıl bir tutum geliştirecek, nerede duracak? Önümüzdeki 100 yılda ülkemizin ve milletimizin nerede olacağını belirleyecek hamleler de bu kararlara bağlı. Kötü olansa bu kararların bu çapsız kadroların elinden çıkacak olması. Kişisel çıkarlarını ülke çıkarlarından önde tutan bu kadroların alacağı kararların ülke için ne kadar hayırlı olacağını zamanla göreceğiz.

Sonuç olarak: Zarrab davasına sadece “ABD’nin kumpası” gözüyle bakmak kendimizi kandırmak olur. Bu dava ekonomiden genel seçimlere, eksen değişiminden yeni sınırlara kadar onlarca büyük meseleye doğrudan etki edecek. İktidarın da muhalefetin de bu dönem atacağı her adım, yapacağı her hamle çok önemli.

Eğer olduğu var sayılan “Devlet Aklı” bu süreçte alınacak kararlara müdahil olmazsa tünelin sonunda ışık görünmüyor…