Bir sabah uyandı adam; kapıyı sertçe vuran, sert bakışlı adamlar koluna girip apar topar götürdüler.  Adam sessiz ve çaresiz onlarla gitti.  Soğuk bir odaya koydular, demir bir kapıyı üzerine kilitlediler.  Adam daha o dakika özlemeye başladı.  Oğlunu, sevdiği kadını, evini…

Kadın gidenlerin ardından bakakaldı.  Ne bir şey yapabildi ne de bir söz edebildi.  Gözyaşları sicim gibi aktı.  Çiçek desenli bir tülbent vardı başında, onunla sildi gözyaşlarını.  Kadın daha o dakikada başladı özlemeye.  Erini, evinin direğini…

Çocuk uyandığında annesini yerde sessiz sessiz ağlarken buldu.  Anlam veremedi, gitti oturdu yanına, başını dizlerine koydu.  Dünyanın en güzel kokusunu, anne kokusunu soludu derin derin.  Annesi “babanı götürdüler” dedi sadece.  Titreyen sesinden, nemli gözlerinden anladı ki babasının gittiği yer pek iyi bir yer değildi.  Ve çocuk daha o dakika başladı özlemeye; babasını, kahramanını, koruyucusunu…

Bu onun özlemle ilk tanışması oldu.  Sonra hayatı boyunca nice özlemler yaşadı, tıpkı diğer çocuklar gibi.  Okula giderken tatil günlerini, tatil döneminde okulu özledi.  Erken kalktığında uyumayı, bitmek bilmeyen sıkıcı günlerde erken kalkmayı özledi.  Yazın karı özledi, kışın sıcağı.  Yağmurlu günlerde güneşi ve denizi, güneş kavururken yağmuru özledi.

Ve büyüdüğü vakit çocukluğunu özledi.

Bu özlem ona bundan önceki özlemlerinin ne kadar yavan olduğunu öğretti.  Güneşi özlediğinde yaz gelirdi, okulu özlediğinde güz.  Oysa çocukluk bir daha asla geri gelmemek üzere gitmişti.  Gerçek özlemle tanıştı.  Artık çocuk da değildi, genç bir adamdı…

Özlemin geri getiremediği şeyler olduğunu öğrendi.  Zaman gibi, güven gibi, dostluk gibi, sevgi gibi, hayat gibi.  Bunlar gittiğinde ne kadar özlerse özlesin geri gelmeyeceklerini, bu özlemlerin hayatının sonuna dek devam edeceğini öğrendi.

Aşkı da özlemle tanıdı genç adam.  Uzun günler, haftalar, aylar özlemle geçti.  Sevmek, özlemek ve bunlarla birlikte yaşamak…  Özlemenin bambaşka bir boyutuydu bu.  Hiçbir özlemi onu bu denli yormamış, hiçbir özlemi yüreğine saplı bir hançer gibi durup durup sızlamamıştı.

Yıllar geçti, yollar geçti, özlemin bin bir hâlini tanıdı adam.  Kendisine benzeyen insanları, aynı dili konuşan ağızları, aynı şeylere gülen yüzleri özledi.  Üzüldüğü her an, sığındığı ana kucağını özledi.  Soğuktan tir tir titrediği, sobanın kenarına oturup ısındığı kışları özledi.  Hesapsız kitapsız dostlukları, yalandan muaf arkadaşlıkları özledi.  Karşılıksız yapılan iyilikleri, birlikte bölüşülen simitleri özledi.  Huzur dolu günleri, gökyüzünün tamamen yıldızlarla kaplı olduğu geceleri özledi…

Sevdiği ama bir daha asla kavuşamayacağı ne varsa özledi.
Sevmediği bir şeyi özlemez zaten insan.
Sevmediği ama insanın alışkanlık sebebiyle duyduğu özlemleriyse zamana yenilmeye mahkûmdurlar…

Umut, sevgi, korku ve özlem…

Bizi biz yapan her şeyin özeti işte bu dört kelime.