Geçtiğimiz Pazar günü “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Rejimi” olarak halkın önüne getirilen anayasa değişikliği %51,4 kabul oyu ile geçti.  Referandum öncesinde yürüyen anti demokratik süreç, referandum günü yaşanan hukuksuzluklar, bu yazının konusu olmayacak.  Ama hiçbir şey söylemeden geçmek de olmaz.  O yüzden kısaca ifade etmem gerekirse; bu referandum öncesiyle sonrasıyla, Türk siyasi tarihinin gördüğü en adaletsiz seçimlerinden biri olarak hafızalarımıza kazındı.  Evet cephesinin kazanmış olmalarına karşın hala ortamı germeye çalışmaları, kutuplaşmayı sürdürme gayretleri bu adaletsizliğin getirmiş olduğu suçluluk psikolojisinin aleni göstergesidir.  Hukukun bu denli hiçe sayıldığı bir oylamadan değil %51;  %90 “Evet” çıksa sonuçlar üzerindeki şaibenin kalkmasına imkan yoktur.

Gelelim başlıktan da anlaşılacağı üzere bu seçimin Erdoğan açısından nasıl okunması gerektiğine.
Derin analizlere girmeden, kağıt üzerinde, Evet cephesinin mevcut oyu ile referandumda kazandığı oyu kıyaslamak bunun bir zafer olmadığını görmek için yeterlidir. Evet cephesi AKP, MHP, BBP, HÜDAPAR ve Barzani’den oluşmaktaydı.  AKP ve MHP’nin son seçimlerde kazandıkları oy oranı %60’ın üzerindeydi.  Buna Sivas, Erzurum, Bayburt gibi şehirlerde ciddi oy potansiyeline sahip BBP’yi ve Diyarbakır, Batman,Urfa, Ağrı başta olmak üzere islamcı kürtlerin yoğun olarak yaşadığı şehirlerde etkili olan HÜDAPAR’ı eklemek gerekiyor.  Bunun üstüne bir de kürtler üzerinde etkili olan Barzani’nin desteğini de eklemek Evet’in sonuca kolaylıkla ulaşabileceğine işaret ediyordu.  
Öyle olmadı.  
Siyasetin matematiği 2+2=4 şeklinde işlemiyor çünkü.

15 Temmuz sonrası tüm ülkenin desteğini arkasına aldığını hissetmişti Erdoğan.  Bu desteğin coşkusunu yaşarken bir de Bahçeli’nin anayasa değişikliği teklifi, Erdoğan için arayıp da bulamadığı fırsatı yaratmış oldu.  Erdoğan, Başkanlık sistemine mesafeli duran Türk seçmenin endişelerini, (özerklik vs) Bahçeli’nin desteğiyle artık aşabilirdi.  Meclisteki tek milliyetçi parti bu teklifi destekliyordu.  Toplumda, başkanlığın bölünmeye giden yolu açacağı yönündeki endişeyi bertaraf etmek için bundan daha geçerli bir argüman olamazdı.  Bunun üzerine az önce saydığım görece küçük siyasi parti ve oluşumların da desteğini de kaybetmemeliydi.  Onlarla diyaloğu perde arkasından yürüterek garantiye gitmek istiyordu.

Anket sonuçları önüne gelmeye başladıkça bu öngörülerin havada kaldığını, kendisini destekleyen kitlede dahi bu değişikliklere mesafeli durulduğunu gördü.  Stratejisini “Onlar terörist, batı uşağı; biz milliciyiz” olarak özetleyebileceğimiz kutuplaştırma siyaseti üzerine oturttu.  Nitekim bu strateji Evet’e temayülü artırdı.  Bunun yetmeyeceğini ön gören Erdoğan, belediye başkanı seçildiği ilk seçimden beri her seçimde başvurduğu yöntemi, sandık hilelerini de devreye soktu.  Sonuç 51,4-48,6. Tam manasıyla bir Pirus zaferi…

Başlığa dönecek olursak, bu sonuçlar “Sonun başlangıcı mı, yenilmezliğin tescili mi?”

Ben sonun başlangıcını 16 Temmuz 2016 olarak görüyorum.  Erdoğan’ın bir darbeyi bertaraf ettiği, ordunun geri kalanını sindirdiği, kendini tek güç olarak gördüğü 16 Temmuz sonun başlangıcıdır.  Çünkü zirve orasıydı.  Zirveye ulaşıldıktan sonra iki şey yapılır: Önce zirvede durup manzaranın ve başarının tadını çıkarmak, sonra yavaş yavaş aşağı inmek.  Aşağı inerken kontrolü kaybetmek ise inişi sağlıklı olmaktan çıkarır. Düşüşe, tepetaklak yuvarlanışa çevirir…

16 Nisan, Erdoğan’ın 18 oyuncusunu birden sahaya sürdüğü, bunun da yetemeyebileceğini ön görüp, öncesinde kendi adamını hakem olarak atadığı bir maç olarak tasvir edilebilir.  3 Puanı almış olması bu galibiyeti meşru kılmayacak, seyircileri öfkelendirmekten başka bir işe yaramayacaktır.  

Oyuna soktuğu oyunculardan bir kaçını hatırlamak gerekirse:  Bunlar: Ötelediği ekonomik kriz, Suriye ve Irak için verdiği sözler, (muhtemelen belli vaatlerle) baskıladığı terör sarmalıdır.  Bunlara bir de referandum sürecinde için halka vaat ettiği “Yeni ve müreffeh Türkiye” eklenmiştir.  Maç kazanıldığına göre bu oyuncular prim beklentisi içinde olacaktır.  Bakalım o primler nasıl paylaştırılacak…

Yazımı bitirirken Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu için sık sık kullandığı bir sözü hatırlatmak istiyorum: “Kasetle gelen, kasetle gider.”  
Aslında bu sözün daha kapsayıcı olanı, daha anlamlısı Atatürk’ün İngilizler için söylediği “Geldikleri gibi giderler!” sözüdür.  O günlerde malum İngilizler silahla gelmişlerdi, gidişleri de silahla oldu.  Erdoğan’ın nasıl gideceğini merak edenler de zamanında onun nasıl geldiğine odaklanabilirler…

Ekonomik kriz, ABD, Ortadoğudaki gelişmeler onun gelişini hazırlamışlardı.  

Gidişi de bu üçgen vasıtasıyla olacak…